Geçiş Dönemi Adaletinin Getirdiği Çözümlerin Ulusların Düşüşü Tezine Uygulanması
- Av. Ahmet Çağrı KARACA

- 12 Eki
- 15 dakikada okunur
I. Giriş: Düşüşün Hafızası, Adaletin Mimarisi
Her ulus, kendi yükselişinin içerisinde düşüşünün tohumlarını taşır. Siyasal kurumlar ne kadar güçlü görünürse görünsün, adalet duygusunun erozyonu başladığında, çöküş sessiz ama geri dönülmez bir biçimde işler. Bu nedenle ulusların kaderi, yalnızca ekonomik üretim biçimlerinde değil, adaletin kurumsallaşma biçiminde belirlenir.
Bu makale, iki farklı düşünsel hattı kesiştirir: Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un “Ulusların Düşüşü” tezinde formüle edilen kurumsal ekonomi anlayışı ile geçiş dönemi adaletinin felsefi ve hukuki temelleri.Bu kesişim, görünürde uzak iki tartışmayı — biri ekonomi-politik, diğeri post-otoriter dönüşümün hukuku — aynı düzlemde buluşturur: adalet ve kurumsallık.
Ulusların Düşüşü tezi, ulusal refahın ve çöküşün nedenini kültür, coğrafya veya tarihsel rastlantılarda değil, kurumların niteliğinde arar. Kapsayıcı kurumlar, yurttaş katılımını ve yeniliği teşvik ederken; sömürücü kurumlar, iktidar tekeline ve toplumsal durgunluğa yol açar. Ancak bu ikili yapı, yalnızca ekonomiyle değil, meşruiyetle ilgilidir. Çünkü kurumlar yalnızca iktidar dağıtmaz; ahlaki anlam üretirler.
İşte geçiş dönemi adaleti tam da bu noktada devreye girer: geçmişin adaletsizliklerinin yükünü taşıyan kurumların dönüşümünü mümkün kılar.Bir başka deyişle, geçiş dönemi adaleti, ulusların düşüşünü tersine çevirebilecek ahlaki bir kurumsalcılıktır.
Bu çalışma, şu soruya yanıt arar:
“Adaletin yeniden inşası, kurumsal çöküşe uğramış bir ulusu yeniden doğurabilir mi?”
Bu soruya yanıt ararken, üç temel argüman ortaya konacaktır:
Kurumsal çöküş, ekonomik değil ontolojik bir hadisedir: Düşüş, üretim araçlarının değil, meşruiyetin tükenişidir.
Geçiş dönemi adaleti, hafızayı yeniden siyasallaştırır: Yüzleşme ve hakikat süreçleri, ulusal anlatıyı yeniden kurarak kurumların meşruiyetini inşa eder.
Adalet, ulusun etik ekonomisidir: Kapsayıcı kurumların sürdürülebilirliği, yalnızca hukuki değil, moral bir sermayeye dayanır.
Metodolojik olarak çalışma, disiplinlerarası bir kuramsal sentez üzerine kuruludur. Acemoğlu ve Robinson’un kurumsal analizine, Hannah Arendt’in “yeniden doğma” (natality) kavramı, Paul Ricoeur’ün hatırlama ve affetme diyalektiği, Ruti Teitel’in geçiş dönemi adaleti paradigması ve Jürgen Habermas’ın iletişimsel rasyonalite teorisi eşlik eder.
Bu çerçevede makale, geçiş dönemi adaletini salt hukuki bir kategori olmaktan çıkarıp, ulusların düşüşünü durdurma potansiyeli taşıyan bir normatif yeniden yapılanma alanı olarak ele alır.
II. Kurumsal Çöküşün Ontolojisi: Gücün Ekonomisinden Meşruiyetin Ontolojisine
Bir ulusun düşüşü, tarihsel olarak çoğu kez iktisadi çerçevede yorumlanmıştır. Ancak ekonomi, yalnızca çöküşün semptomudur; nedeni değil. Gerçek düşüş, kurumların adaletsizliği içselleştirdiği anda başlar. Bu noktada “kurum” artık yalnızca bir idari yapı değil, bir dünya kurma biçimi hâline gelir.
Acemoğlu ve Robinson, ulusal çöküşün nedenini “sömürücü kurumların” varlığında görür. Bu kurumlar, gücü tek bir merkeze yoğunlaştırır, katılımı sınırlar, yeniliği bastırır. Ancak bu açıklama, yapısal olarak doğru olsa da, ontolojik olarak eksiktir; çünkü sömürücü kurumlar yalnızca kaynak dağılımını değil, anlam dağılımını da belirler.Kurumların çöküşü, bu anlam üretim kapasitesinin tükenmesiyle başlar.
1. Kurumların Ontolojik İşlevi
Kurumlar yalnızca yasaların icra alanı değil, aynı zamanda toplumun ortak gerçeklik duygusunu şekillendiren yapılardır. Hannah Arendt, “The Human Condition”da, eylemin sürekliliğini sağlayan şeyin “dünya” olduğunu söyler; yani insanların ortak eylemlerine dayanak teşkil eden kalıcılıklar. Bir ulusun kurumları, bu “dünyayı” kurar. Dolayısıyla kurumsal çöküş, yalnızca bir yönetim krizi değil, dünyanın çözülmesidir.
Sömürücü kurumların temel özelliği, bu ortak dünyanın yerine itaat ve korkunun ontolojisini yerleştirmesidir.İnsan eylemini kamusal bir edim olmaktan çıkarıp, özel menfaatin hizmetine sokar. Bu noktada ekonomi, artık bir değişim alanı değil, iktidarın doğallaştırıldığı bir anlatı hâline gelir.Sonuç olarak, ulusların düşüşü, “yoksulluk”tan çok daha önce, kamu alanının erozyonuyla başlar.
2. Meşruiyetin Tükenişi ve Çöküşün Ontolojisi
Bir kurumun çökmesi, onun işlevini kaybetmesinden değil, inancın çekilmesinden doğar. Weber’in “meşru otorite” kavramıyla tanımladığı bu inanç, yalnızca hukuka değil, adaletin hissedilebilirliğine dayanır. Kurumlar, adalet duygusunun sürekliliğini sağladıkları sürece meşrudurlar.Ancak adaletin biçimsel, teknik, ve araçsal bir düzene indirgenmesi — örneğin yasallığın adaletin yerine geçmesi — kurumun içsel anlamını çürütür.
Bu bağlamda çöküş, yalnızca politik ya da ekonomik bir süreç değil, etik bir yorgunluktur. Arendt’in ifadesiyle, “dünya artık insanlar tarafından paylaşılan bir anlam taşımadığında” siyasal alan çöker. İşte bu an, ulusların düşüşünün başlangıcıdır. Ve bu düşüş, geçmişin suçlarının cezasız kaldığı, hakikatin bastırıldığı, affetmenin yerini unutuşun aldığı bir tarihsel topografyada kök salar.
3. Düşüşün Sessiz Anatomisi: Sömürücü Kurumun Zamansal Kapanı
Geçmişi unutturan ve geleceği ipotek altına alan sömürücü kurumlar, bir toplumu zamanın dışına iter. Ulusların düşüşü de bu yüzden her şeyden önce bir zaman kaybı, bir hafıza yitimi olarak tecrübe edilir. Zira geçmişiyle bağını koparan bir kurum, kendi varlık nedenini ve sürekliliğini de ortadan kaldırmış olur.
Geçiş dönemi adaletinin tarihsel önemi, bu noktada kendini gösterir: Geçmişi, kapatılacak bir suç defteri olarak değil, üzerine yeni bir gelecek inşa edilecek bir zemin olarak görür. Bu bakımdan geçiş dönemi adaleti, adli bir işlem olmanın ötesinde, ontolojik bir müdahaledir. Anlamını yitirmiş, çökmekte olan bir "dünya"ya yeniden varoluşsal bir çerçeve çizer.
Dolayısıyla burada adalet, bir zararı gidermekten ibaret değildir; bir yeniden doğum pratiğidir. Hannah Arendt’in "natality" kavramıyla ifade ettiği gibi, yeni bir başlangıç yapma potansiyelidir. Bir ulus, bireylerinin ortak eylem iradesini yitirdiğinde düşer. Geçiş dönemi adaleti ise bu iradenin kolektif bir ruhla yeniden canlanmasını sağlar. Bu sayede yalnızca geçmişi onarmakla kalmaz, aynı zamanda geleceği yeniden olanaklı hale getirir.
III. Geçiş Dönemi Adaletinin Felsefi Temeli:
Bir Toplumun Yeniden Doğuşu: Felsefi Temeller
Geçiş dönemi adaletinin ufkunu, failleri cezalandırmanın dar kalıplarından çok daha ötesine, bir toplumsal varoluşun yeniden filizlenmesine çevirmek gerekir. Bu çaba, hukukun onarıcı yüzünü aşan, varoluşsal bir yeniden inşa eylemidir. Bu derinlikli arayış, özellikle iki düşünürün rehberliğinde aydınlanır: eylemin doğurgan gücünü bize hatırlatan Hannah Arendt ve hafızayla affetmenin sancılı dansını anlatan Paul Ricoeur.
1. Arendt: Eylemin Yeniden Başlatma Gücü
İlk fenerimiz Hannah Arendt, "İnsanlık Durumu"nda siyasal düşüncenin merkezine devrimci bir kavram yerleştirir: natality, yani "yeniden doğma" kapasitesi. Arendt’e göre insanı insan yapan şey, ölümlü olmasına rağmen taşıdığı ölümsüzlük arzusu değil, her an "yeniden başlayabilme" mucizesidir. Her eylemimizle dünyaya yeni bir başlangıç hediye etme gücümüz, tarihin demir kafesini kıran yegâne kuvvettir. Bu yüzden siyaset, geçmişin prangalarından kurtulma mücadelesi değil, geleceğe taze bir başlangıç armağan etme sanatıdır.
İşte geçiş dönemi adaleti, bu felsefenin siyasal alandaki en saf tecellisidir: bir toplumun, kendi tarihine yeni bir sayfa açma iradesidir. Kurumlar çürüdüğünde, yasalar anlamını yitirdiğinde ve adalet meşruiyetini kaybettiğinde, hukuk artık sadece geçmişin ağır bir yükünü sırtlar. Geçiş dönemi adaleti, bu yükü hafifleten bir "ikinci doğum" anıdır; bu, devletin değil, toplumun kendi küllerinden yeniden doğuşudur. Bu sancılı süreçte adalet, bir hesaplaşma aracı olmaktan çıkıp doğuma hazırlık ritüeline dönüşür. Öncelik failin cezasından, kamusal dünyanın yeniden hayat bulmasına kayar. Böylece bu adalet, modern devletin cezalandırıcı mantığını aşarak Arendt’in eylem etiğine ulaşır: Adalet, artık geçmişin kefareti değil, geleceğin vaadidir.
2. Ricoeur: Hafızanın İyileştiren ve Yaralayan Yüzü
Eğer Arendt, geleceğe atılacak adımın felsefesini sunuyorsa, Paul Ricoeur de o adımı atabilmek için geçmişle nasıl bir ilişki kurmamız gerektiğini fısıldar. Ricoeur, "Hafıza, Tarih, Unutuş" adlı başyapıtında, hafıza, tarih ve unutuş arasındaki sancılı üçgeni mercek altına alır. Ona göre bir toplumun hafızası, olayların pasif bir deposu değil, ahlaki seçimlerin yapıldığı canlı bir arenadır. Ricoeur için bu ikilem nettir: Adalet için hatırlamak, toplumsal barış içinse bir noktada unutabilmek gerekir. Geçiş dönemi adaletinin en temel sorunu da bu iki kutup arasında hassas bir denge kurmaktır.
Ancak onun "affetme" dediği şey, suçu yok sayan ilahi bir lütuf değildir. Aksine, suçun gerçekliğini kabul edip onun toplumun ruhunda bıraktığı zehirli mirası dönüştürme iradesidir. Toplum affederek geçmişin zincirlerini sihirli bir şekilde kırmaz; o zincirleri geleceği inşa edecek yeni bir anlamla, yeni bir bilinçle örer. Bu yüzden geçiş dönemi adaleti, etik bir yorumlama sanatıdır (hermenötik); adaletin kendisi, geçmişi yeniden anlamlandırma yeteneğine dönüşür.
Bir ulusun çöküşü, Ricoeur’ün diliyle, "unutuşun ahlaki bir felce dönüşmesidir." Hakikat toprağın altına gömüldüğünde, affetme imkânı da buharlaşır; çünkü bir şeyi affedebilmek için önce onu bilmek, onunla yüzleşmek gerekir. Bu sebeple geçiş dönemi adaleti, hafızayı bir zorunluluk olarak dayatır, fakat intikamcı bir hafızayı değil, ahlaki bir hafızayı talep eder. Yani, geçmişin sadece hatırlanmasını değil, doğru ve onurlu bir biçimde hatırlanmasınıhedefler.
Bu yaklaşım, bizi Ricoeur’ün bir diğer kilit kavramına, "anlatısal kimliğe" (narrative identity) taşır. Tıpkı bireyler gibi, toplumlar da başlarından geçen travmaları bir hikâyeye dönüştürebildikleri, onlara bir anlam verebildikleri ölçüde yaralarını sarar ve kimliklerini yeniden inşa ederler. Hakikat komisyonları, tam da bu kolektif hikâye anlatımının kurumsal sahneleridir. Bu yüzden orada anlatılan her tanıklık, yalnızca bir suçun kayda geçirilmesi değil, aynı zamanda kolektif bir kimliğin acı içinde yeniden yazılmasıdır.
Paradigma Olarak Adaletin Dönüşümü
Adaletin Ufuk Değişimi: Teitel ve Paradigma Kayması
Ruti Teitel, "Geçiş Dönemi Adaleti" adlı öncü eseriyle hukukun alışılagelmiş zeminini sarsar ve bize radikal bir soru sordurur: Ya adalet, mevcut düzeni korumak için değil, o düzeni aşmak ve yenisini kurmak için varsa? Teitel’e göre geçiş dönemi adaleti, hukuk tarihinde bir "paradigma kayması"dır. Bu kayma anında, hukukun o bildik süreklilik ve öngörülebilirlik limanından ayrılır, siyasal bir dönüşümün dalgalı sularında meşruiyet arayan bir gemiye dönüşürüz. Klasik hukuk, geçmişin düzenini korumak için bir çapadır; geçiş dönemi adaleti ise o düzeni yıkarak geleceğe yelken açmak için bir rüzgârdır.
Bu, sadece bir yöntem farkı değil, derin bir felsefi kırılmadır. Artık hukuk, kendi iç tutarlılığına değil, bir toplumun ahlaki yeniden doğuşunun sancılı koşullarına hizmet eder. Bu yüzden geçiş dönemi adaleti bir "istisna" değil, dönüşümün ta kendisidir, onun yeni normudur. Teitel bu yolculuğu üç evrede resmeder: Önce, yeni bir rejimin doğum anında hukukun siyasetle kucaklaştığı kurucu adalet; ardından, normların yeniden kök saldığı ve meşruiyetin pekiştiği istikrar dönemi; ve nihayet, adaletin ulusal sınırları aşarak insanlığın ortak vicdanı haline geldiği küresel paradigma. Bu son evre bize gösterir ki, mesele artık tek bir devletin kendi karanlık geçmişiyle boğuşması değil, tüm ulusların kolektif ahlaki hafızasını birlikte inşa etme çabasıdır.
Hukukun Kırılgan Anı: Ahlak ile Yasanın Yüzleşmesi
Geçiş dönemi adaleti, her şeyden önce, hukuk ile ahlak arasında gerilen telin üzerinde yürür. Klasik hukukta meşruiyetin kaynağı yasallıktır. Peki ya yasaların kendisi, bir rejimin işlediği suçların zırhı haline gelmişse? İşte o zaman hukuk, adaletin kılıcı olmaktan çıkıp, kendi kendini aklayan bir iktidar aracına dönüşür.
Teitel, bu içinden çıkılmaz görünen duruma "normatif belirsizlik rejimi" adını verir. Ancak geçiş dönemi adaleti bu belirsizliği bir zayıflık olarak görmez; aksine, onu yaratıcı bir enerjiye, bir ahlaki laboratuvara dönüştürür. Çünkü tam da o yasallığın çatladığı aralıkta, bir toplum "yasal olanın" ötesine geçerek, "adil olanın" ne olduğuna yeniden karar verme fırsatı bulur. Bu, hukuk için tehlikeli ama insanlık için muazzam derecede yaratıcı bir andır. Kapsayıcı ve adil kurumların tohumları, işte bu belirsizlik toprağında filizlenir. Adalet artık yasa kitaplarında yazılı sabit normlarda değil, toplumun acı dolu yüzleşmelerinde ve müzakerelerinde yeniden doğar. Tıpkı Habermas'ın fısıldadığı gibi, hakikat diyalogda inşa edilir; bu da geçiş dönemi adaletini, derin bir iletişim ahlakına dönüştürür.
Sözden Eyleme: Adaletin Kurumsal Bedeni
Bu paradigma kaymasının en somut yansıması, adaletin odağının cezalandırmanın soğuk matematiğinden, dönüştürmenin sıcak ve zorlu sanatına kaymasıdır. Hakikat komisyonları, geçmişle hesaplaşmayı sağlayan arındırma yasaları, tazminat mekanizmaları ve geleceği güvenceye alan anayasal reformlar... Bunların hepsi, bu büyük dönüşümün araçlarıdır. Her biri, geçmişin ağır yükünü bir "suç delili" olmaktan çıkarıp, geleceği inşa edecek bir harca dönüştürür.
Bu bağlamda geçiş dönemi adaleti, yalnızca mağdurların değil, kurumların da kendi ruhuna yaptığı bir itiraftır. Bir devlet, gerçek meşruiyeti suçluları cezalandırarak değil, o suçları mümkün kılan kurumlarını kökünden dönüştürerek kazanır. Teitel'in zarif ifadesiyle bu, "adaletin siyasetle müzakere ettiği" bir alandır. Ve bu müzakere, modern devletin en derin çelişkisini gözler önüne serer: Devlet, hem geçmişin faili hem de geleceğin umududur.
İşte bu yüzden geçiş dönemi adaleti, basit bir hukuki süreçten çok daha fazlasıdır; o, ontolojik bir özürdür. Devletin, kendi varlığını ahlaki bir eşikte yeniden tanımladığı bir andır. Ve bu özür, kelimelerle değil, kurumların yeniden tasarımıyla, yani eylemle ifade edilir.
Yerelden Evrensele: Küresel Vicdanın Yeni Dili
Bugün geçiş dönemi adaleti, yalnızca savaş enkazından çıkan toplumların değil, demokrasinin yara aldığı, kurumların çürüdüğü her rejimin umut diline dönüşmüştür. Latin Amerika’dan Güney Afrika’ya, Balkanlar’dan Doğu Asya’ya uzanan tecrübeler, adaletin artık bir ulusun kendi içine kapanarak çözebileceği bir mesele olmadığını kanıtlamıştır. Bu, Teitel’in "küresel evre" dediği şeydir: Geçiş dönemi adaleti, insan hakları hukukunun evrensel vicdanına dönüşmüştür.
Ancak bu evrenselleşme, kendi içinde bir tehlikeyi de barındırır: Batı merkezli adalet modellerinin bir tür "normatif sömürgecilik" gibi dayatılması, yerel hafızaların ve acıların özgünlüğünü bastırabilir. Bu nedenle, geçiş dönemi adaletinin küreselleşmesi, her zaman yerelleşme mücadelesiyle birlikte yürümek zorundadır. Çünkü her ulusun adalete giden yolu, kendi düşüşünün izlerini taşır ve bu yüzden biriciktir.
IV. Kapsayıcı Kurumların Etik İnşası: Adaletin Ekonomi-Politiği Üzerine Bir İnceleme
1. Güven: Kurumların Görünmez Sermayesi
Bir kurumu asırlarca ayakta tutan harç, onun mekanik verimliliğinden çok, ahlaki meşruiyetidir. Acemoğlu ve Robinson’un "kapsayıcı kurumlar" tanımı, ekonomik refahın genele yayılmasını vurgular; ancak bu yayılma, sadece kanunlarla değil, ancak ve ancak güvenle mümkündür. Ve güven, rasyonel hesapların soğuk matematiğinden değil, adalet duygusunun sıcak ve sarsılmaz sürekliliğinden doğar.
Bu noktada Pierre Bourdieu’nün "sembolik sermaye" kavramı, bize güçlü bir mercek sunar: Kurumlar, kasalarında para biriktirdiği gibi, toplumun ruhunda da ahlaki bir sermaye biriktirir. Bu görünmez sermaye, sıradan bir insanın adalet sistemine, devletine ve hukukuna duyduğu inançla ölçülür. İşte geçiş dönemi adaleti, tam da bu tükenmiş sermayeyi yeniden inşa etme sanatıdır; kurumların, toplumun vicdanıyla yeniden temas kurduğu o kırılgan andır.
Bu açıdan bakıldığında, hakikat komisyonları geçmişin suçlarını ifşa eden mahkemelerden çok daha fazlasıdır; onlar, toplumsal güvenin yeniden inşa edildiği şantiyelerdir. Bir ulus, kendi karanlık geçmişiyle yüzleştiğinde, aslında gelecekte birlikte yaşama ve iş birliği yapma potansiyelini de onarır. Zira adaletin sulamadığı bir güven toprağında, hiçbir ekonomik kalkınma sürdürülebilir şekilde boy atamaz. Şeffaf hukuk, bağımsız yargı, hesap verebilir bir bürokrasi... Tüm bu kapsayıcı yapılar, teknik reformların cansız iskeletleri değil, ancak ahlaki bir devrimle hayat bulan canlı organizmalardır.
2. Adaletin Görünmeyen Eli
Geçiş dönemi adaleti, bir ekonominin görünmeyen altyapısını, onun ahlaki işletim sistemini dönüştürür. Sömürücü kurumların gölgesinde şekillenmiş bir piyasada, yatırımın ve üretimin en büyük maliyeti güvensizliktir. Kurumlar çürüdüğünde, gelecek öngörülemez bir sise bürünür; bu sis yoğunlaştıkça yaratıcılık ve yenilik boğulur. İşte bu yüzden geçiş dönemi adaleti, yalnızca geçmişin yaralarını sarmakla kalmaz, aynı zamanda ekonomik dinamizmin en temel ön koşulunu yaratır: öngörülebilir bir ahlaki iklim.
Bu durumu daha net anlamak için bir karşıtlık kurabiliriz: Adam Smith’in "piyasanın görünmez eli" karşısına, "adaletin görünmeyen elini" koyabiliriz. İlki, bireysel çıkarların peşindeki arz ve talebi dengeleyerek toplumu bir yöne sevk ederken; ikincisi, güven ve meşruiyet arayışıyla toplumu yeniden inşa eder. Birinde çıkar aklının, diğerinde ahlaki aklın hükmü geçer. Ve uzun vadede bir toplumun ayakta kalma gücü, ikincisine, yani adaletin görünmeyen eline bağlıdır.
Ekonomik kurumlar, ancak ahlaki sermaye biriktirebildikleri ölçüde kapsayıcı olabilirler. Bu sermaye, bireylerin "bu devlet adil davranır" şeklindeki o basit ama hayati inancıyla ölçülür. Bu inanç bir kez çöktüğünde, dünyanın en mükemmel anayasası ya da en cazip teşvik paketi bile kapsayıcı kurumları hayatta tutamaz. Bu nedenle geçiş dönemi adaleti, geçmişle bir hesaplaşma olmanın ötesinde, geleceğe yönelik ahlaki bir yatırım stratejisidir.
3. Hafızanın İnşa Ettiği Kurumlar
Hafıza, kurumsal reformların ekildiği topraktır. Adaletin ahlaki olarak yeniden doğuşu, geçmişi unutmanın rahatlatıcı ama sahte sükunetinde değil, onu dönüştürmenin sancılı ve dürüst çabasında yatar. Geçmişin görünür kılındığı ama tek bir galip anlatının dayatılmadığı bir hafıza politikası, kapsayıcı kurumların doğumunu kolaylaştırır.
Burada Paul Ricoeur’ün "adil hafıza" (just memory) kavramı yeniden yolumuzu aydınlatır. Ulusların düşüşü, zehirli hafıza biçimlerinden beslenir: kurbanın unutulduğu, failin kahramanlaştırıldığı, tanıklığın susturulduğu bir bellek, kurumların ahlaki dokusunu içten içe çürüten bir zehir gibidir. Geçiş dönemi adaleti, işte bu çarpık hafıza ekonomisini yeniden dengeye getirir. Hakikat komisyonları, bir ulusun kolektif bilinçaltındaki yaraları kamusal alana taşıyarak iyileşme sürecini başlatır. Bu, sadece adaletin değil, kamusal alanın kendisinin yeniden doğuşudur. Çünkü hatırlamak, kişisel bir yük değil, kolektif bir ahlaki sorumluluktur.
4. Meşruiyetin Zamanı: Sürekli Bir Diyalog
Geçiş dönemi adaletinin başarısı, "kaç suçlunun cezalandırıldığı" gibi soğuk istatistiklerle değil, adaletin zamanla bir toplumun ruhuna ne kadar sindiğiyle ölçülür. Çünkü adalet bir varış noktası değil, bir yolculuktur. Kurumların yeniden doğuşu da bu zamansal sürece, bu sabırlı yolculuğa bağlıdır.
Adaletin kurumsallaşması, yalnızca yasalar koymakla değil, bitmeyen bir diyalog ortamı yaratmakla mümkündür. Bir toplum, kendi acı geçmişini özgürce tartışabildiği sürece adalet canlı kalır. Sömürücü kurumlar, bu diyaloğu susturarak zamanı dondurur; kapsayıcı kurumlar ise tartışmayı canlı tutarak zamanın nehrinin yeniden akmasını sağlar. Dolayısıyla geçiş dönemi adaleti bir başlangıçtır, ama aynı zamanda devam eden bir hafıza rejimidir. Bu rejimde meşruiyet, yasanın katı harfinden değil, bir toplumun kendi tarihiyle yüzleşme cesaretini sürdürmesinden doğar.
Ahlaki Devrim Olarak Ekonomi
Bir ulusun çöküşü, ekonomik göstergeler alarm vermeden çok önce, ahlaki göstergelerde başlar: adalete duyulan inancın sarsılması, hukukun içi boş bir ritüele dönüşmesi ve kamusal vicdanın sessizliğe bürünmesi. Geçiş dönemi adaleti, bu ölümcül sessizliği kırarak ekonomik aklın yitirdiği ahlaki temeli yeniden kurar.
Adalet, bu anlamda bir "kurumsal erdemdir." Tıpkı piyasalarda paranın değer kaybetmesinin istikrarsızlık yaratması gibi, adaletin aşınması da bir "meşruiyet enflasyonuna" yol açar: Her şey yasaldır ama hiçbir şey adil değildir. Geçiş dönemi adaleti, bu ahlaki enflasyonu durduran yapısal bir reformdur; bir tür ahlaki para politikasıdır.
Nihayetinde, kapsayıcı kurumları inşa etmek, bir ekonomik stratejiden çok daha fazlası, ahlaki bir devrimdir. Bir ulus, geçmişin adaletsizlikleriyle yüzleşme cesaretini gösterdiği ölçüde, geleceğini inşa etme gücünü de yeniden kazanır. Geçiş dönemi adaleti, bu yüzleşmenin ve yeniden doğuşun kurumsal mimarisidir.
V. Düşüşten Yeniden Doğuşa:
Tarihsel Uygulamalar – Çöküş Sonrası Kurumsal Yeniden Yapılanma Örnekleri
Geçiş dönemi adaleti, soyut bir normlar bütünü olmaktan ziyade, tarihsel deneyimlerden türetilmiş bir dönüşüm pratiğidir. Bu bölüm, önceki bölümlerde sunulan teorik çerçevenin tarih içindeki üç belirgin somutlaşmasını (embodiment) analiz etmektedir: Güney Afrika’daki Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, Şili’nin Pinochet sonrası geçiş süreci ve Doğu Avrupa’daki post-komünist lustration rejimleri. Bu vaka analizleri, ulusların kurumsal çöküş momentlerinde adaletin yalnızca retrospektif bir işlev görmediğini, aynı zamanda prospektif olarak geleceği de yeniden yapılandırdığını göstermektedir.
1. Güney Afrika Örneği: Hakikatin Kurucu Gücü Olarak Tanıklık
Apartheid rejiminin çöküşüyle birlikte Güney Afrika, yalnızca politik bir yıkımla değil, aynı zamanda derin bir ahlaki boşlukla (moral vacuum) da karşı karşıya kalmıştır. Adaletin retributif (cezalandırıcı) biçimleri, bu ölçekteki bir toplumsal travmayı onarmakta yetersiz kalmıştır. Bu bağlamda, Nelson Mandela ve Desmond Tutu’nun öncülüğünde kurulan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu (TRC), cezalandırma yerine tanıklık (testimony) pratiğini merkeze alarak radikal bir yaklaşım benimsemiştir.
Bu model, Arendt’in natality kavramıyla doğrudan bir rezonans içindedir; amaç geçmişin zincirlerini kırmaktan çok, yeni bir kolektif başlangıç yaratmaktır. Tanıklık oturumları aracılığıyla mağdurların anlatıları ilk kez kamusal alanda meşruiyet kazanmıştır. Bu süreç, bir ulusun aşınmış ahlaki sermayesini yeniden inşa eden bir "simgesel ekonomi"nin başlangıcı olarak okunabilir. Adaletin tesisi, failin cezalandırılmasından ziyade, failin suçunu kamusal alanda tanıması (public confession) üzerinden sağlanmıştır.
TRC, maruz kaldığı eleştirilere rağmen, geçiş dönemi adaletinin en somut başarılarından birini temsil eder: Devlet, kendi kurumsal suçlarının hakikatini tanıyarak, kurumsal bir özür (institutional apology) mekanizması işletmiştir. Bu özür, yalnızca geçmişe değil, aynı zamanda geleceğe de yöneliktir ve devletin kendi varlığını yeniden kurma beyanıdır. Ekonomik açıdan, TRC süreci, yatırımcı güvenini ve iç istikrarı yeniden tesis etmede kritik bir rol oynamıştır. Hakikatin kamusal alanda ifade edilmesi, gelecekteki keyfi uygulamalara karşı bir tür etik teminat (ethical collateral) işlevi görmüş ve sermaye kaçışını yavaşlatmıştır.
2. Şili Örneği: Gecikmiş Adalet ve Hafızanın Direnci
Şili’nin Pinochet sonrası dönemi, geçiş dönemi adaletinin kurumsal bir gecikme (institutional delay) ile şekillendiği bir vakadır. 1989’da demokrasiye geçilmesine rağmen, ordunun anayasal güvenceleri ve Pinochet’nin dokunulmazlığı gibi eski rejimin kalıntıları, bütüncül bir yüzleşmeyi on yıllar boyunca engellemiştir. Bu durum, Teitel’in "istikrarlı geçiş adaleti" (steady-state justice) evresinin içsel çelişkisini sergiler: Hukukun normatif olarak yeniden kurulması gerekirken, eski düzenin yapısal gölgesi altında işlev görmeye devam etmiştir.
1990’larda kurulan Rettig Komisyonu, hakikatin kısmi ifşasını sağlamış ancak cezai adalet mekanizmalarını tam olarak işletememiştir. Bu "eksik adalet" (incomplete justice), toplumda ahlaki bir maliyet yaratmıştır. Ancak sivil toplumun artan baskısıyla birlikte, gecikmiş adaletin yeniden tesisi mümkün olmuştur. Bu deneyim, adaletin zamansallığı üzerine önemli bir ders sunar: Adalet ertelenebilir, fakat hafızadaki varlığı ortadan kaldırılamaz.
Şili deneyimi, ulusal çöküşün yavaş bir kurumsal çürüme biçiminde işlediğini ve geçiş dönemi adaletinin bu süreci tersine çevirmek için uzun vadeli bir moral rehabilitasyon projesi olduğunu gösterir. Bu gibi durumlarda kurumlar, adaletin uygulayıcıları olmaktan çok, hafızanın koruyucuları haline gelirler. Geçiş dönemi adaleti, zamanın adaleti aşındırmasına direnir ve zamanın kendisini adaletin hizmetine sunar.
3. Doğu Avrupa Örneği: Lustration ve Bürokratik Arınma
Doğu Avrupa’nın post-komünist rejimleri, geçiş dönemi adaletinin en idari ve bürokratik biçimlerinden birini, lustration (arınma) yasalarını uygulamıştır. Polonya, Çekya ve Macaristan gibi ülkelerde, eski rejimle ilişkili bireylerin kamu görevlerinden men edilmesini öngören bu süreç, hem etik hem de pratik düzeyde önemli tartışmalara yol açmıştır. Bir yandan sömürücü kurumların personel yapısının tasfiyesi için gerekli görülürken, diğer yandan "kolektif suç" mantığıyla bireysel hak ve adalet ilkelerini zedeleme riski taşımıştır.
Bu arınma süreci, ulusal çöküşü durduran bir tür kurumsal dezenfeksiyon işlevi görmüştür. Bu modelde adalet, uzlaşmadan ziyade ayrışma (dissociation) üzerine kuruludur: Yeni bir moral mimarinin inşası için eski rejimle tüm bağların koparılması bir önkoşul olarak kabul edilmiştir. Bu yaklaşım, Arendt’in totaliter sistemlerin devrildikten sonra dahi alışkanlıklar ve zihniyet kalıpları olarak varlığını sürdürme tehlikesine karşı "eylem" fikriyle örtüşür.
Ancak Doğu Avrupa örneği, geçiş dönemi adaletinin içsel risklerini de ortaya koyar: Adalet, salt bir arınma ritüeline indirgendiğinde, "ahlaki temizlik" söylemi yeni bir dogmatizme evrilebilir. Bu durumda adalet, bir özgürleşme pratiği olmaktan çıkıp, yeni bir disipline etme aracına dönüşür. Dolayısıyla geçiş dönemi adaleti, yalnızca kimin cezalandırıldığı sorusuna değil, hangi normatif değerlerin yeniden üretildiği sorusuna da yanıt vermelidir.
4. Üç Modelin Diyalektik Sentezi
Bu üç vaka, geçiş dönemi adaletinin üç farklı stratejisini temsil etmektedir:
Ülke | Strateji | Temel Mekanizma | Teorik Referans | İçsel Risk |
Güney Afrika | İtiraf ve Uzlaşma | Hakikat Komisyonu | Arendtçi Eylem ve Yeniden Doğuş | Affın araçsallaşması, cezasızlık algısı |
Şili | Gecikmiş Yüzleşme | Karma Komisyonlar, Yargı | Ricoeur’cü Hafıza Etiği | Adaletin zamansal erozyonu, meşruiyet kaybı |
Doğu Avrupa | Arınma ve Tasfiye | Lustration Yasaları | Teitelci Paradigma Kırılması | Yeni dogmatizm, kolektif suçlama |
Bu tablo, geçiş dönemi adaletinin evrensel bir formülünün olmadığını; her ulusun, kendi çöküş biçimine özgü bir ahlaki ve kurumsal formülasyon geliştirdiğini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, bu farklılıkların ortak bir paydası vardır: Her bir model, retrospektif bir cezalandırma pratiğiyle sınırlı kalmayıp, gelecekteki kurumsal meşruiyetin tesisiyle ilgilenmektedir.
Eleştirel Değerlendirme ve Teorik Sonuçlar
1. Geçiş Dönemi Adaletinin İkili Doğası: Yeniden Kuruluş ve İktidarın Yeniden Meşrulaştırılması
Geçiş dönemi adaleti, modern siyasal düşüncede neredeyse normatif bir reçeteye dönüşmüştür. Her kurumsal yıkımın ardından, zorunlu bir terapötik söylem olarak ortaya çıkar. Ancak bu söylemin standartlaşması, özgürleştirici potansiyelini aşındırma riski taşır. Zira her paradigma, kendi dogmatizmini üretme eğilimindedir. Bu nedenle, geçiş dönemi adaletinin başarısı, yalnızca ifşa edilen suçların niceliğiyle değil, adaletin kendisini meşrulaştırma biçimiyle de ölçülmelidir. Adalet, eğer yeni bir iktidar anlatısının aracına dönüşürse, bir ulusun düşüşünü durdurmak yerine, onu farklı bir formda yeniden üretir.
Bourdieu’nün "alan" (field) kavramıyla analiz edildiğinde, geçiş dönemi adaleti yeni bir simgesel iktidar alanı inşa eder. Bu alanda adalet, kendi söylemsel sermayesini üretir: mağdurun tanıklığı, failin itirafı, devletin özrü. Ancak bu eylemler, hakikatin ortaya çıkarılmasından çok, bir meşruiyet performansına hizmet etme riskini barındırır. Bu durumda geçiş dönemi adaleti, etik bir yenilenme değil, yeni bir hegemonya biçimi üretir. Arendt'in uyardığı gibi, "adalet duygusu, eylemin yerini aldığında siyaset donakalır." Dolayısıyla her yüzleşme süreci, kendi içsel ritüelleşme tehlikesini aşmak zorundadır.
2. "Ulusların Düşüşü" Tezine Uygulama: Kurumsal Onarım mı, Döngüsel Çöküş mü?
Acemoğlu ve Robinson’un tezine dönersek, kurumların kapsayıcı veya sömürücü niteliğini belirleyen temel dinamik, güç dağılımıdır. Ancak bu dinamik, yalnızca hukuki veya ekonomik reformlarla değişmez. Bir kurum, adaletin moral temellerini yeniden üretmiyorsa, sömürücü formunu daha rafine bir biçimde sürdürme eğilimindedir. Geçiş dönemi adaleti, ilk bakışta bu dönüşümün panzehiri olarak görünür, çünkü kurumun içkin anlam sistemini değiştirmeyi hedefler. Ancak tarihsel örnekler, bu dönüşümün ancak sürekli bir diyalog ve eleştirel müzakere zemininde sürdürülebilir olduğunu göstermektedir.
Başka bir deyişle, geçiş dönemi adaleti hiçbir zaman "tamamlanmış" bir proje değildir; o, sürekli bir yenilenme pratiğidir. Bu açıdan Arendt’in "eylemin sürekliliği" kavramı, Acemoğlu’nun "kapsayıcılık" nosyonuyla kesişir: Kapsayıcı kurum, yalnızca herkesin erişimine açık olan değil, aynı zamanda herkes tarafından sürekli yeniden müzakere edilebilen kurumdur. Düşüş, tam da bu müzakere kapasitesinin yitirilmesiyle başlar.
3. Adaletin Zamansal Yapısı: Geçmişin Bugün Üzerindeki Kurucu Etkisi
Geçiş dönemi adaleti, zamanın doğrusal yapısını kırar. Geçmişi geride bırakılması gereken bir yük olarak değil, bugünü kuran aktif bir fail olarak konumlandırır. Ricoeur’ün ifadesiyle, "geçmişi adil bir şekilde hatırlamak, bugünü kurmaktır." Bu nedenle geçiş dönemi adaleti, ulusların düşüşünü durdurmaktan ziyade, düşüşün zamansallığını yeniden yapılandırır. Sömürücü kurumlar zamanı dondururken, adalet zamanın yeniden akışını sağlar. Bir toplum, geçmişiyle diyalog kurabildiği sürece kurumsal çöküşe karşı direnç gösterir. Bu diyalog kesildiği anda, düşüş yeniden başlar.
4. Sonuç: Adaletin Ontolojik Döngüsü ve Eleştirel Sentez
Bu makale, geçiş dönemi adaletini, ulusların düşüşü tezi bağlamında, kurumsal, felsefi ve etik düzeylerde yeniden yorumlamıştır. Bu analizden üç temel önerme türetilebilir:
Düşüş Ontolojiktir: Ulusların çöküşü, öncelikle ekonomik bir kriz değil, ahlaki ve kurumsal bir meşruiyet krizidir. Bu nedenle adalet, yalnızca bir hukuk pratiği değil, bir varoluş alanıdır.
Adalet Zamansaldır: Geçmişle yüzleşmek, geleceği mümkün kılmanın ontolojik bir önkoşuludur. Geçiş dönemi adaleti, geçmişi cezalandırmak yerine, onu bir yeniden doğuşun hammaddesine dönüştürür.
Kapsayıcılık Etik Bir Formdur: Kapsayıcı kurumlar, teknik-ekonomik yapılardan önce ahlaki yapılardır. Sürdürülebilirlikleri, formel katılımdan çok, adalet algısının toplumsal düzeyde sürekliliğine bağlıdır.
Son tahlilde, geçiş dönemi adaleti bir "düşüşü durdurma projesi" olmaktan çok, düşüşün bilincine vararak yeniden doğmayı öğrenme pratiğidir. Uluslar yükselir, çöker ve yeniden kurulur; fakat bu tarihsel döngü içinde kalıcı olan yegâne unsur, adaletin sürekli olarak yeniden icat edilme zorunluluğudur.
Yorumlar